17 Mayıs 2013 Cuma




SADELEŞTİRME CİNAYET-İ AZİMESİ

TAHRİFAT VE TAHRİBAT DELİLLERİ


MUKADDİME :

Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur eserleri için diyor ki: “Risalet-ün Nur, bu asrı, gelen istikbali tenvir edebilir bir mu’cize-i Kuraniye”dir. Kıyamete kadar hükmü baki kalacak yeğane Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur eserleri, rehber kitap hükmünde hizmetini yapmaktadır. Ne var ki, her zaman var olan hayırlara karşı şerler, bu eserlere musallat olmağa çalışmaktadır. Gizli dinsizler, geçmişte yasaklamalar, karalamalar, hapislerle yapamadıklarını şimdi de dost suretinde hulul ederek, ifsad ederek yapmağa çalışmaktadır.
Fakat nurların bekçi muhafızları müteyakkız davranarak, bu kıymetli eserlerin sahipsiz olmadığını, vaki tecavüzlere karşı gereken mukabelede bulunacaklarını ifade etmektedirler. 
Risale-i Nur; kesbî ilimden olmayıp, Kur’ânın bu asrın ve gelecek asrın insanlarına bakan ve beşerî tasar­rufu ka­bul etmeyen, Kur’ânî ve vehbî bir meslek ol­duğu­na dikkat çe­ken beyan­lardan bir kısmı şöyledir:
«Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesle­ğinde gitmeyip, Kur’ânın bir i’câz-ı mânevîsiyle, her­şeyde bir pencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir sa­atte görür gibi Kur’âna mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli za­manda hadsiz ehl-i inadın hü­cumlarına karşı mağlûp ol­mayıp galebe et­miş.» (Mesnevî Nuriye sh: 8)
«Resâili’n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmun­dan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gel­miş bir mal ve onlar­dan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur’ânın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe‑i arşîsinden iktibas edil­miştir.» (Şualar sh: 690)
«Risaletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fü­nun­dan ve başka kitaplar­dan alınmamış. Kur’ândan başka me’hazı yok, Kur’ândan başka üstadı yok, Kur’ândan başka mercii yoktur.  Te’lif olduğu vakit hiç­bir kitap mü­ellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ânın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızla­rından iniyor, nüzul edi­yor.» (Şualar sh: 711)
Bu hakikatı Risale-i Nur, ısrarla ve ciddiyetle bildirmekle ifade eder ki, Risale-i Nur’a beşeri bir anlayışla müdahale edilmez ve edilemez. Sadakatli ve samimi bir nurcu Risale-i Nur’daki bu hükme zıt hareket etmemelidir. Bu sadeleştirme meselesinin en ehemmiyetli tarafı da bu vehbîyet hakikatıdır. Yani Kur’anî ve sonsuz İlm-i İlahiden gelişidir.
Bu kuvvetli hakikatlere rağmen bazıları bazen heva ve heveslerine, bazen de gizli dinsizlerin, ehl-i dalaletin telkinlerine kapılıp bu kuvvetli cazibe-i umumiye karşı mukabeleye çalışıyorlar.
İşte onlardan bir tanesi olan Ufuk Yayınları adı altında yayın yapan malum bir gurubun yayınlarında, Risale-i Nur’lar bütün ikazlara rağmen sadeleştirme adıyla yayınlanmakta, hakikatte ise tahrif edilmektedir.
Üstad Hazretlerinin varisleri ellerindeki maddi manevi imkânlarla bu şenaate mani olmak için her imkanı değerlendirecektir. Bizler ise, ilmi sahada ve Nur Talebeliğinin verdiği mesuliyet ile elimizden geldiği kadarıyla mani olmağa çalışacağımızı beyan ederiz.

İttihad İlmî Araştırma Heyeti








1.Lema’dan
Tahrif edilmiş Lem’alar sh: 25
 Çok büyük bir yakarış…
Aslı Lem’alar sh: 5
 “…en azîm bir münâcattır…”
1. Lem’a baştanbaşa münâcatı anlatırken sathî bir nazar ile münâcat kavramını anlamadığından çok büyük yakarış diyerek çok büyük hata yapıp manayı katletmiştir. Hâlbuki münâcat; esbabın bilkülliye sukutu ile nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin inkişafıdır, ism-i Mucib’e mazhariyettir, ayinedarlıktır.
11. Lem’adan
Tahrif edilmiş Lem’alar sh: 96
İnsan, şu kâinatın Hâlıkına karşı sonsuz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır.
Aslı Lem'alar sh: 57
“Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlık'ına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır.”
İnsan kelimesi mazmun olarak; Ahsen-i takvim programını, insanın yaradılış gayesini ve neticesini, insanın rahm-ı maderden cennete kadar bütün yaradılış macerasını içine alır.
Beşer;
İnsanın dünyada bulunma sürecindeki mahiyetine verilen isimdir.
“Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-ı insaniyeye kadar olan neş'etinizi görüyorsunuz.” (Sözler sh: 115)
“Beşer”  dünyada bulunma süreci içinde ahiret programını taşır. Rahm-ı maderde ise beşeriyet programını taşır.
İnsan ve beşer ikiside arapçadır ve ayrı ayrı manalardadır. İnsanı anlatan bir ilim kitabında beşer kelimesi insan kelimesi ile sadeleştirilirse o ilim yok olur.
12. Lem’adan
Tahrif edilmis Lem’alar sh: 103
HAKÎM-İ ZÜLCELALİN canlıların bedenine gönderdiği rızkın bir kısmı tedbir için iç yağı olarak TOPLANIR.
Aslı Lem’alar sh: 63
“Çünki O Hakîm-i Zülcelâl, zîhayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat için şahm ve içyağı suretinde iddihar eder.”
Aslında  Hakîm-i Zülcelalin fiili olduğuna işaret eden “O” şahıs zamiri sadeleştirmede kaldırılmış.
İddihar rububiyete aid bir fiildir. “O” zamirini kaldırırsanız Efal-i İlahiyeden olan iddihar fiilini bedene yani esbaba vermiş olursunuz.
İnsanları ve kendizi şirke bulaştırıyorsunuz.
Esma ve sıfatın İslam literatüründe en muhteşem anlatımı olan Risale-i Nurdaki kavramları ve tanımları, sadeleştirme dediğiniz cehaletle yok edemezsiniz. Kur’an’a bakan noktada mes’uliyetiniz ve cinayetiniz azim olur.
Tahrif edilmiş Lem’alar sh: 41
Bu dünyada zamanın, eşyanın geçiciliğindeki ve yok olup gitmesindeki tesirleri çok çeşitlidir. Varlıklar iç içe daireler gibiyken, TESİR SAHALARI bakımından hükümleri ayrı ayrı oluyor.  
Aslı Lem’alar sh: 16
“Şu dünyada zamanın fena ve zeval-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise, mütedahil daireler gibi birbiri içinde iken, HÜKÜMLERİ ZEVAL noktasında ayrı ayrı oluyor.”
“Tesir sahalar” kelimesi mevcudata, eşyaya ve zamana tesir verdiğinden şirke kapı açar. Burada “varlıkların tesir sahası” anlamında hiçbir ifade geçmemektedir. Çünkü Risale-i Nur baştan sona bütün tesiri Müessir-i Hakiki olan Allah’a verir.
“Mevcudat ise, mütedahil daireler gibi birbiri içinde iken zeval noktasındaki hükümlerinin ayrı ayrı olması” da Hâkim-i Mutlak’ın hükmüne aittir.
Tahrif edilmiş Lem’alar sh: 151
…her bir varlık türünde ehadiyet damgasına işaret etmek ve Zât’ını AKLA getirmek için…
Aslı Lem’alar sh: 99
“Zât-ı Ehad'i MÜLAHAZA ettirmek için...”
 “Zât-ı Ehad'i mülahaza ettirmek” “Zâtını akla getirmek” değildir. Mahlukattaki Ehadiyet tecellisine şuurla, Zât-ı Ehadiyetine ait (Zâtından gelen)  tecellilerin ayinedarlığına terakki etmek, bu tecellileri kalbin duyuşlarında, hissedilişlerinde mütalâa etmektir. Bu tecellileri latife-i rabbaniyesinde tadıp anlamak demektir.
"Aklın terazisi bu sıkleti çekmez, aklın kabiliyeti Zatını bilmek için yeterli değildir."
Bu Lem’anın İkinci Makamının başında “akıldan ziyade kalbe bakar” deniliyordu. Konu bu mülâhaza idi. Konunun bütünündeki bağlantıları da yok etmişsiniz.
Bu kitabı sadeleştirdiğinizi iddia ediyorsunuz hayır asla!
Siz bütün kavramlarıyla bu muhteşem tevhid ilmini yok ediyorsunuz!
“Bize karşı bu geniş ve ehemmiyetli hücum ve tecavüzün hakikî sebebi Beşinci Şua olmadığını, belki Hizb-ün Nurî ve Miftah-ül İman Hüccet-ül Baliğa olduğunu bu fecirde bir ihtar-ı manevî ile hissettim. Dikkatle Hizb-ün Nurî'yi kısmen okudum, Miftah'ı da düşündüm, bildim ki: Zındıklar, küfr-ü mutlak mesleğini bu iki keskin elmas kılınçların darbelerine karşı muhafaza edemediklerinden, bir parça az siyasetle münasebeti bulunan Beşinci Şua'ı zahirî bir sebeb gösterdiler.” (Şualar sh: 316)
28. Lem’adan
Tahrif edilmiş Lem’alar sh: 374
…mekândan münezzeh, mukaddes, ARINMIŞ, yüce Zat-ı Zülcelâl’in varlığının vücûbiyetine, mukaddesliğine ve kusurlardan uzaklığına uygun düşmeyen tasavvurlara ve bâtıl telkinlere yol açar.
Aslı Lem’alar sh: 273
“…tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zât-ı Zülcelal'in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur.”
Arınmış: Kirlerinden temizlenmiş
Müberra: Beri’,  müstesna, fenalıktan uzak kalmış, münezzeh, pâk (A.Yeğin Lûgatı)
“Arınmış” kelimesinin, “Zat-ı Mukaddes”, “Allah-ı Zülcelâl” hakkında kullanılması ASLA caiz olmaz. İman gider!
Çünkü arınmış vasfı (daha önce kirlenmiş sonra temizlenip arınmış şeklinde) öncesine işaret eder. Müberra sıfatının yerine kullanılamaz.
Allah için “arınmış” sözünü kullananın da buna ses çıkarmayanında imanı gider.
Siz Allah (c.c.) hakkında kudsiyyeti, münezzehiyyeti, sübhaniyyeti, vücub ve vahdaniyeti nasıl anlıyorsunuz?
17. Lem’adan
Tahrif edilmiş Lem’alar sh: 188
Bil ey gafil, aklı karışık Said! 
Aslı Lem’alar sh: 128
“Bil ey gafil, müşevveş Said!”
Siz hangi hakla “aklı karışık Said” dersiniz?
Müşevveş; karmaşık, zor anlaşılan anlamındadır. Hiç orada akıl ifade eden bir kelime varmı ki siz “aklı karışık Said” dediniz?  Onuncu Notanın aslında, “müşevveş akıl” demiyor, aklı vasıflandırmıyor.
Bediüzzaman
Garibüzzaman
Ebû Lâşey
Bid’atüzzaman gibi Üstadın kendini tanımladığı ifadelerden biridir.
“Müşevveş Said, Üstadı anlamak zor mes’eledir”  mânasındadır.
Sizin yaptığınız Üstadı anlamak değil Lem’aları birilerine anlatma değil doğrudan doğruya Üstadın şahsına saldırmaktır.
14.Lema’adan
Tahrif edilmiş Lem’alar sh: 150
Ey insan bil ki, o rahmetin arşına ulaşmak için bir MERDİVEN var
Aslı Lem’alar sh: 99
“Ey insan! Bil ki: O rahmetin arşına yetişmek için bir mi'rac var.”
Mi’rac merdiven mi?
“Teşbih ve temsiller, havastan avama geçtikçe, yani ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla hakikat telakki edilir.” (Lem'alar sh: 91)
Merdiven, Asansör, füze rampası, ışınlama, F16, hiç biri değil,  Mİ’RAC Mİ’RAC! Üstadın iki defa Mi’rac kelimesi kullandığı bir cümleyi merdiven deyip nasıl mahvedersiniz, yok edersiniz.
Şimdi 31. Söz’e merdiven risalesi mi diyeceğiz? İnsanların Mi’racı öğrenmesinden neden korkuyorsunuz.
SÖZLER KİTABINDAKİ TAHRİFLERDEN BİR KISMI
1.Söz’den
Tahrif edilmiş Sözler sh: 19
Eskiden bedevî Arap çöllerinde bir adamın rahatça seyahat edebilmesi için…
Aslı Sözler sh: 6
“Bedevi Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki …”
Aslına “eskiden” kelimesi ilave edilerek temsil üslubu yok edilmiş.
Temsil ile hakikatin arası tamamen ayrılarak hakikat katledilmiş.
“Şu risalelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi; hem teshil, hem hakaik-i İslâmiye ne kadar makul, mütenasib, muhkem, mütesanid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin manaları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinaiyat kabîlinden yalnız onlara delalet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir. Sözler ( 48 )”
Eğer temsil üslubunu kaldırırsanız,  işi masal anlatmaya dökersiniz ki, Bediüzzamanın Risale-i Nur’u asla bu değildir. Kıssadan hisse anlatmaz, temsil ile hakikati doğrudan nazara verir.
5.Söz’den
Tahrif edilmiş Sözler (sh: 40)
Evet ortada iki vazife görünüyor. Biri, padişahındır ki, bazen onun işini gördüğümüz için bizi besler. Diğeri bizim vazifemiz, eğitim ve hizmettir.
Aslı Sözler sh: 23
“Evet iki vazife, peşimizde görünüyor. Biri, padişahın vazifesidir. Bazan biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir. Diğeri, bizim vazifemizdir. Padişah bize teshilat ile yardım eder ki, talim ve harbdir.”
Haşa! Padişahın işini görmek, neferin haddine düşmemiş. temsil bile olsa bu cümle açık şirktir! Onun angaryasını çekmek, onun işini görmek demek değildir!
Mesnevi-i Nuriye “angarya’’ meselesini şöyle izah etmiştir:
“Ey insan! Rahm-ı maderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir. Baksana! Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva'-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına getirip sokacak değil ya! Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah insaf versin!” (Mesnevi-i Nuriye sh: 224)
لَهُ الْمُلْكُ Yani: Mülk umumen onundur. Sen, hem onun mülküsün, hem memluküsün, hem mülkünde çalışıyorsun. Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor: Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünki sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belalardan sakınıp, levazımatını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr'dir, hem Rahîm'dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safayı bul.” (Mektubat sh: 224)
6. Söz’den
Tahrif edilmiş Sözler sh: 40
Eğer Rezzak-ı Kerim’e satarsan, o tat alma hissi ilahi rahmet hazinelerinin mahir bir nezaretçisi ve Samed Yaratıcının kudret sofralarının şükreden bir müfettişi rütbesine yükselir.
Aslı Sözler sh: 28
“Eğer Rezzak-ı Kerim'e satsan; o zaman dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i İlahiye hazinelerinin bir nâzır-ı mahiri ve Kudret-i Samedaniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.”
“Hem o zîhayat, bu kâinatın bir misal-i musaggarı ve şecere-i hilkatın bir meyvesi hükmünde olduğu için, kâinat kadar ihtiyacatını birden kolaylıkla küçücük daire-i hayatına yetiştirmek, Samediyet turrasını gösteriyor.” (Sözler sh: 299)
“Hem o hal gösteriyor ki: Onun o Rabbi, hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi, hazinesinden hiçbir şey eksilmez ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmez.” (Sözler sh: 299)
Herşey herşeyinde ve her şe'ninde tek bir Hâlık-ı Zülcelal'e muhtaçtır.” (Sözler sh: 663)
Yaratıcı kelimesi Kudret-i Samedaniye içinde neyin karşılığıdır.
Hiç Risale-i Nurun içinden “Samed yaratıcı” diye bir kelime duydunuz mu?
Esma canibinden baksak olsa olsa Halık-ı Samed gibi zorlamalı düşünebiliriz.
Esma-ül Hüsnaya kastınız nedir?
Neden insanlar,  Allah (c.c.)’ın isimlerini  Kur’an diliyle öğrenmesinler.?
8. Sözden
Tahrif Edilmiş Sözler sh: 55
►  Sonra o da kardeşi gibi büyük bir ovaya varır.
Aslı Sözler sh: 36
“Sonra gitgide bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahra-i azîmeye girdi.”
“Sahra” kelimesi “ova” kelimesi ile aynı değildir. “Sahra-i azime”  “büyük bir ova” olarak ifade edilemez çünkü, sahra bir çöldür hiçbir şey yetişmez, ovalar ise münbitdir.
Mesela Konya ovası bir sahra değildir, buğday ambarıdır.
Buradaki “sahra” kelimesi 1. Sözdeki “Şu dünya ise, bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hacatın nihayetsizdir. Madem öyledir; şu sahranın Mâlik-i Ebedî'si ve Hâkim-i Ezelî'sinin ismini al” cümlelerindeki sahraya telmihtir.
Önceki sözlerde geçmeyen “ova” kelimesi burada kullanılmakla, Risale-i Nur Külliyatındaki mânalar arasında intikal rabıtaları koparılıyor.
Halbuki risaleler arasında, hususan Küçük Sözlerdeki temsillerde çok sıkı münasebet zincirleri vardır. Ve bu münasebetler, Risale-i Nurun kelimeleriyle, terminolojileriyle, temsilleriyle olur.
Bu sadeleştirme, Risale-i Nur mânalarındaki münasebet bağlantılarınıda kesinlikle tahrif etmiştir.
11. SÖZ’den
Tahrif edilmiş Sözler sh: 157
İlk olarak: Kainattaki eserlere bakıp, CENAB-I HAKKI GÖRÜR GİBİ, kendilerini rububiyet saltanatının güzelliklerine seyirci makamından bildiklerinden…
Aslı Sözler sh: 124
“Evvelen: Âsâra bakıp, GAİBANE MUAMELE SURETİNDE saltanat-ı rububiyetin mehasinine temaşager makamında kendilerini gördüklerinden
“Gaibane muamele”ye “Cenab-ı Hakkı görür gibi” demek ilmî ve itikadî hata olmuş.. Tam aksine esbab perdesi arkasındaki Zat’ın kainatta görünen eserleriyle vücudunun anlaşılmasına işaret eder.
“Bir ciheti; gaibane bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri; hazırane, muhataba suretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır. (Sözler sh: 329)
بِالْغَيْبِ Yani, nifaksız ihlas-ı kalb ile iman ediyorlar. Veya iman edilen şeyler gayb olmakla beraber iman ediyorlar. Veyahut gaibe veya âlem-i gayba iman ediyorlar.” (İşarat-ül İ'caz sh: 41)
“Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın yaratanını arayan ve onsekiz aded mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mi'rac-ı imanî ile gaibane marifetten hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki: Fatiha-i Şerife'de başından tâ اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh ü sena ile.” (Asa-yı Musa sh: 138)
İnsan anlamıyor! Nasıl “Gaibane muamele suretinde” cümlesini “Cenab-ı Hakkı görür gibi” olarak değiştiriyorsunuz.?
Yine 11. SÖZ’den
Tahrif edilmiş Sözler sh: 158
İkincisi: Cenab-ı Hakkın KUTSİ İSİMLERİNİN TECELLİSİ OLAN BENZERSİZ VE PARLAK ESERLERİNİN ilancısı makamında görünmekle...
Aslı Sözler sh: 124
“Sâniyen: Esma-i kudsiye-i İLAHİYENİN CİLVELERİ OLAN BEDAYİ'İNE ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle”
“Cenab-ı Hakkın kudsi isimlerinin tecellisi” cümlesi “benzersiz ve parlak eserler” değildir.
Bu cümleyi böyle sadeleştirirseniz,  tecelliyi eser zannedersiniz.
Eser ise mahlûktur, tecelli Allah (c.c.)’ın esmasına aittir. Mahlûk tecelli değildir tecellidendir.
 “Esma-i kudsiye-i İLAHİYENİN CİLVELERİ OLAN BEDAYİ'İNE ve parlak eserlerine” cümlesinin mânası budur.
Tecelliye, mahlûklar manasında eser demek, mahluka ilahi bir mana vermek olur. Yani mahlûk,  Esma-i İlahiyenin cilvelerinin eseridir. Çok büyük itikadi bir hatadır.
“Bu kemal-i kudret içinde kemal-i hikmeti ve kemal-i hikmet içinde kemal-i rububiyeti ve merhameti gösteren san'atlar; cilve milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtib içinde olamaz, onunla ittihad edemez.” (Barla Lahikası sh: 266)
Tahrifat kitabında Üstada hakaretler!
Tahrif edilmiş: 25. Söz sh: 480
“O Sözlerde kusur varsa benim SIĞ anlayışıma aittir..”
Aslı Sözler sh: 396
“O Sözler'de kusur varsa, benim FEHM-İ KÂSIRIMA  aittir.” 
Kâsır fehim, sığ anlayışıma demek değildir. Bediuzzamanın şahsına hakaret, bu kitabı okuyanların hafızasına subliminal (gizli propaganda) mesaj vererek gözden düşürmek demek olan bu tahrifiniz başınızı yesin!
Sığ anlayış;
Ayrıntıya inemeyen, yeterli olmayan, yüzeyde kalan
"Sığ düşünce." derin düşünemeyen
Bu Üstad değildir. Üstadı hiç anlayamayan, nasipsiz sizin basitliğinizdir..
“Ey Said-i kasır, âciz ve fakir! Bilmelisin ki: Senin mahiyet-i nefsinde, nihayetsiz bir kusur, nihayetsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr, nihayetsiz bir ihtiyaç, nihayetsiz âmâl dercedilmiş.” (Nur'un İlk Kapısı sh: 33)
“Ey nefis! Birkaç Sözde kat'î isbat etmişiz ki; asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, acizden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibariyle sen, onlarla Fâtır-ı Zülcelal'in kemal, cemal, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun.” (Sözler sh: 359)
“İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlahîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlahiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.” (Sözler sh: 41)
Kâsır fehim, Üstadın kendisi için ifadesi; Kurana nisbeten, Peygamber Efendimizin (asm) miracına nisbeten, Cenab-ı Hakk’ın tecelli eden Esmasının vahdet ve ehadiyyet cilvelerine nisbeten ifadedir. Kul kimliğinin hissediliş noktasıdır. İnsan, kâsır, aciz, fakir şahsiyetiyle ibadet eder.